Site icon Turizm Günlüğü

Turizm neden bitiyor?

Turizm neden bitiyor?

Antalya / Kemer

Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Yardımcı Doç. Dr Ethem Özgüven gün geçtikçe büyük bir çıkmazın içine giren turizm olgusunun geçmişten bugüne engellenemeyen çöküşünü yazdı. Turizm neden bitiyor? sorusunu yanıtlayan Özgüven, “Kitle turizmi denen turizm, ekolojiyi, kültürü ve empatiyi hiç dikkate almayan atık ve erozyonu en yüksek noktaya taşıyan, geliri de minimize eden bir turizm şeklidir.” ifadeleriyle gereksiz yapılaşma ile bunun getirdiği yozlaşmaya dikkat çekti.

1980li yıllarda Antalya’ya sırt çantalı çoğu genç ve çoğu da bir guruptan ziyade bireysel olarak her yaştan çok da büyük sayılarda olmamak kaydıyla turistler gelirdi. Biz de lise öğrencisi olarak bize yakın yaşlardaki bu sarışın insanlara hayranlıkla bakardık: Özgürlüklerine, özgüvenlerine, evden bu kadar uzakta bu kadar farklı coğrafyalarda dolaşabilme talihlerine…

Özgür de değillermiş, özgüvenli de ama talihliler bir bakıma. Hiçbir yere gidemeyen çok zeki ve cesur çocukluk arkadaşlarımı ve bu şanslı turist gençleri düşünüp hep üzülürdüm. Ama bu yazının konusu bu değil, konu ülke turizmi. O vakitler Antalya’da yalnızca iki otel Büyük Otel ve Derya Motel vardı, Talya Oteli falan çok sonra. İşte o süreçte Kemer, Kaş ve diğer yerlerde (ki Kaş’ta Ali Baba Oteli vardı yalnızca ve kuru pilav yapan bir iki lokantamsı yer ve salata yapmayı bile bilmezlerdi desem olur) yalnızca ev pansiyonları vardı. Fakat bu dönem her biri kendi başına bu kıyılara gelen ve ev pansiyonu denen ki onlar da çok sayılıydı- yerlerde kalan ve aile halkıyla hayli iyi iletişimler kuran (taciz tecavüz konuları da var ama ona da girmeyelim) bu insanlar, özellikle aile olarak gelen turistler bir sonraki yıl yine aynı aile pansiyonuna gelirlerdi. Bu haliyle gitseydi ekolojiye en az zarar veren, kültürel değişimin ve empatinin eh işte de olsa kurulduğu ve ülkeye de gelir sağlayan bir yapıda kalırdı herhalde.

Böyle olmadı…

Çılgın bir şekilde oteller yapılmaya başlandı. Bugün İstanbul’daki şantiye hali güney kıyılarında yaşanıyordu. Kamyonlar, kum, çimento ve doğudan gelen işçiler. İşte bugün İstanbul’a yapılan bu dev anlamsız yapılar da bir süre sonra kente çakılmış mezar taşları olarak İstanbul’un ölümünü simgeleyecekler.

Kitle turizmi denen turizm, ekolojiyi, kültürü ve empatiyi hiç dikkate almayan atık ve erozyonu en yüksek noktaya taşıyan, geliri de minimize eden bir turizm şeklidir. Özellikle bizim gibi dünya kültürüne hiçbir çağdaş katkı yapmamakta direnen, kazara ben katkı yapacağım diyen Fazıl Say gibi değerlerini satırlı adamlarla yok etmeye çalışan ve yüzyıldır hala Roma, Bizans, Hitit, Asur, Selçuklu ve Osmanlı’nın yaptıklarından arta kalan (elimizden yakılıp yıkılmadan kurtulan deseydim daha iyiydi de) tarihi eserler ve doğanın bu güzelim yarımadaya bahşedip bizim elden gelen en hızlı şekilde yok ettiğimiz doğal güzellikler ve hazinelerle turizm yapan eldekini tüketmek dışında konsepte hiçbir çağdaş katkı koymayan devletlerde bu tür bir turizm yapılır.

Uzatmayalım dünyanın en kötü turizmi nerede yapılır gibi bir soruya cevap olacak ilk iki yer belki de Dominik Cumhuriyeti’nden sonra Alanya ve Kemer olabilir. Artık bu listeye ekleyeceğimiz çok ülke olacak, ilk aday Küba. Belki bir yarım yüzyıl kurtulmuştu ABD’nin kalitesiz ve kirli bir gece kulübü olmaktan…

Kemer ve Alanya anlatmaya çalıştığım ve daha sonra Tekirova, Belek, Side, Antalya ve olabilecek her yere yayılan sahili bir kale suru gibi kaplayan dev otellerin aids gibi önünde hiçbir engel olmadan yayılmaya başladığı bir sürecin en temel taşlarıydı. Bunun hemen ardından gelen süreçte de ülke turizmi yabancı büyük turizm şirketlerinin eline geçti. Bütün süreç Bonn, Paris, Roma daha sonra Moskova’daki turizm ajanslarında belirleniyor bu sistemde adı da: Her şey dahil. All inclusive.

Bu turizm olası en fazla sayıda turistin, en ucuza, bu taş binalara tıkılması ve hatta kalış süreleri boyunca otelden asla çıkmamaları yönünde propagandaya tabi tutularak halı şu bu vesaireyi de otelden alarak, hiçbir gerçek kültürel deneyim yaşamadan, otelden çıkarsa bile yine otelce organize edilen şelale gezisi, jiple gezi falan gibi uydurma ve niteliksiz aktivitelerle oyalanarak geri gönderilmesi demektir. Bu tatil köyü diye ya da beş, yedi yıldızlı otel diye adlandırılan zevksiz ve tüketimi maksimize eden (su, yemek, enerji vs vs) yapıların hemen yakınlarında o otellerde kalan turistlerin zevkleri (zevksizlikleri mi demeliydim?) milliyetleri ve gelir seviyesine uyan gecekondu dükkanlarda en kalitesiz malzemeden sahte markalı çantalar, ayakkabı, gözlük ve tişörtler satılır. Bunun da dünya çapında en kötü örneklerinden biri Kuşadası’dır.

Bütün bu ucuzluğun (ucuzluğu olabilecek en negatif anlamda kast ediyorum) ülkeye ne tür bir gelir getirdiğine (getiri mi yaratır götürü mü toplamda o ayrı bir hesaplama gerektirir; bu hesaplamada kültürümüzden, ahlaktan, doğadan, yaban yaşamından yok edilenlerin, giderlerin hesabını yapmak gerekir) gelince sanırım o otelde yenen domates biber zeytin ve o otelde çalışan yöre halkının aldığı asgari ücretlilerin maaşlarını karşılayan bir ticaret hacmidir. Paranın ve gelirin, karın büyük kısmı dışarıdaki bu işin şefi durumundaki ve son derece kibirli turizm şirketlerine gider bu büyük kitlelerin yarattığı sürtünmeyle oluşan dev erozyonun her türlü doğal ve kültürel sonuçları da Türkiye’ye kalır. Bu turizmin yerel partnerleri, patronları (ki bunların büyük kısmı da yerli değil o dönemin iktidarıyla ilişkisi iyi olup da o cennet kıyıyı 49 yıllığına bedava kapatan ve inşaatın büyük kısmını da devlet desteği ile yapan bileği kuvvetli müteşebbislerdir) bu ezici süreçten biraz nemalanabilmek için herkesi köle gibi çalıştırır. 48 saat uyumayan gencecik çoğu stajyer garsonlar, hava alnının ucuna çektikleri otobüslerin bavul konan yerlerini iki taraflı açarak yarım saat gözlerini kapayabilen bir haftadır yıkanmamış ve kız çocuğunu gidip öpememiş babalar, şoförler. Ve kazalar, her alanda aşırı yorgunluk, sigortasız az ücret kaynaklı kazalar…

Peki gelen turiste ne kalır şu: Örneğin Side’de otellerin atık boruları denize verildiği için kendi dışkılarının içinde yüzmek, kaçak ve ölüm tehlikesi içeren içkiler içmek, hiçbir besleyici değeri olmayan ve olası en ucuz malzemeye yapılan ama sanki sonsuz çeşitlilikte sunulan yemeklerden korkunç büyük ve yüksek tabaklar oluşturarak yemek. (aslında tabaklarını o kadar doldurmalarına gerek yoktur, yüz kere gidip alabilirler, içki de öyle, her şey dahil de her şey bedava ve sonsuzdur, bu korkunç kelimeye dikkat ediniz, sonsuz)

Her şeyi yazdım ama en kötüsü en sona kaldı, acaba bütün sahillerimiz Çin Seddi gibi geçirimsiz bir duvarla kaplayan, Belek gibi ekoloji anlamında dünya mirası sayılabilecek güzellikleri tamamen yok eden bu dev otellerde animasyon denen utanca şahit olanınız var mı? Bu dünyada görebileceğiniz en gürültülü, en kaba, en kalitesiz, en pespaye gösteridir bu ve akıl almaz bir şekilde Dostoyevski, Huizinga ve Rilke’nin ülkesinden gelen insanlar bunu alkışlarlar, bunu izlerler, buna katılırlar ve buna gülerler. Ve biz belki bir çok medeniyetin doğduğu, geleneklerin, seslerin, öykü ve destanların birbirine karışarak güzelleştiği bu topraklarda geçmişle ve insanlıkla, sanatla ve zarafetle hiçbir alakası olmayan, örneğin dudaklarını boyamış ve sütyen takmış erkeklerin ayaklarında paletle sahnede dolaştığı (yaratıcılığa bakınız) veya kucağına balon konmuş bir adamın kucağına hızlıca oturarak o balonu patlatan kadınların rol aldığı bu animasyon gösterilerini oluşturur, utanmadan her gece icra ederken sahte içkilerle sarhoş olan batılı turist konuklarımız da bununla “eğlenir”.

Peki eğitim seviyesi ve gelir seviyesi yüksek bir turizm yok muydu. Vardı, onlar son derece lüks otobüslerle İstanbul’dan Antalya’ya, Kapadokya’dan İzmir’e bir çok destinasyona, farklı zamanlarda Anadolu’da eser bırakmış kültürleri, son derece iyi lisan bilen rehberlerle gezerlerdi. Ama o turizmin de hanut veya anut denilen bir kara yüzü vardı ki o da kendi başına birkaç belgesel konusudur. Bu turistler rehber ve şirket tarafından bir tür beklete beklete kızıştırılarak da ve her köye kente giriş çıkış saatleri müthiş zekice belirlenmiş bir programla istenen halı dükkanına götürülür ve orada satılan her halıdan bir yüzde alınırdı. Buna da hanut denirdi. O halıların, mücevherin gerçek fiyatını asla öğrenemeden de bu insanlar havaalanının telaşesine bırakılırlardı.

Ölen turizm bu ise varsın ölsün. Belki bu durum daha insani ve daha kültür odaklı bir turizme (bu mümkünse) imkan verir diyeceğim ama ne ülkemde ne dünyada buna dair en ufak bir ışık görmüyorum. Şimdi sırada Karadeniz ve yaylalar var; şimdi değiştirilmeye çalışılan (belki de değişti) sit yasasıyla her yeri, her yeri inşaata, turizme, hani ölüyordu- açmak var. Bana kalırsa gelecek nesillere turizm için bırakılabileceğimiz en iyi miras “hiçbir şeye dokunmamak” Dokunduğumuz her şeyi küle çeviren bir Yunan tanrısı gibiyiz.

Ethem Özgüven

Exit mobile version